
Güneşine küsmüş; “Ayçiçekleri”
Her denediğinde daha da acıyor yer altında sakladığın o taşlaşmış köklerin. Ve umutsuzca geceyi bekliyor, bir damla suyu bile arzulayamayan o her mevsim kuruyan kabukların. Ne zaman koşmak istesen, köklerin acıyor ellerin göklere uzanırken.
Çağırmıyorsun kimseyi, haykırmıyorsun isimleri; kurumaktan değil, aslında yalnız kalmaktan korkuyorsun. Yalnızlığınla dertleşirken, rüyalarında yaşıyorsun özgürce dolaştığın tüm o habitatları.
Susuyorsun sonra. Önce düşman oluyorsun kıyıda güneşle dans eden ayçiçeklerine; anlayamadıklarını düşündüğün için seni. Kimi zaman haklı, bazen de biraz tepkili ve tüm öfkeni kusarcasına.
Sonra anımsıyorsun akıp giden hayatı, ama değiştiremiyorsun. Susmanın pişmanlığını susarak yaşarken, kırgınlıkları unutmak adına karanlıkta ışıldayan endişelerinden kaçıyorsun uzunca bir süre.
Unutuyorsun.
Herkes de seni unutuyor tabii!
Önce rahatlıyorsun; yağmursuz ve nemli geceler artık sadece senin olduğu için. Derin bir oh çekiyorsun…
Sonra kızıyorsun yine gökyüzüne; kendine ve tüm bu olanlara.
Zaman geçiyor, bir gün bir rüyadan öylece uyanıveriyorsun.
Kalkıp da etrafına baktığında sen genç, herkes yaşlı; hayatın içinde yine bir hengame… Ruhunun yaşlandığını hissettiriyor sana gözlerin, pamuk ellerin ışığı arzularken.
Bir anda filizleniyor yeni bir hayat yanı başında, ilkbaharın geldiğini fısıldar gibi sana. Gülümsüyorsun tüm kırgınlıklarına inat, ve endişeli… Bir süre, döngülere hapsolmuş kaderine sövüyorsun. Susuyorsun sonra yine.
Ellerini açtığında, gözlerin kapanıyor. Uyuyor, uyanıyorsun.
Güneş doğuyor sonra. Kafanı hafifçe o yöne doğru çeviriyorsun. Kuru bir ağaç seni izliyor oracıkta, sanki biraz endişeli ve biraz da öfkesini kusar gibi.
Anlamak zor geliyor, herkesten önce yine kendini. Ve yine, sen en çok da kendine kızıyorsun.
Kökten, göklere uzanırken.