
Biraz Ölmek Gibi Bir Şey
Hayali bir kıyıda, son bir kez daha açtı hayata gözlerini…
Yeterince saçmalamak için yeterli zamanının kalmadığı anladığında, fikirlerinin de yeterince istikrarlı olmadıklarını düşünmeye başlamıştı. Ona bunu sorgulatan asıl şey; gözlemlediği her olgunun sadece bir bilinçten ibaret olabileceği gerçeğiydi. Sanki, üzerinde yol aldığı görünmez bir doku, onun tüm algısını, düşüncelerinin yoğunluğu şiddetinde, özel bir görelilik kuramı perspektifinde yavaşlatmış ve günden güne daha da amaçsız kalmasına neden olmuştu.
Kalbinin beyaz duvarlarını kirleten garip bir his, içinde taşıdığı cevapsız soruların ağırlığı altında ezilirken, ciğerlerini saran oksijenle yanıyor, yakıyor ve kanatıyordu.
Durdu ve gözlemledi kendini, göklere uzandı iki gözden düşmüş boş bakışları. Beyaz bulutlar vardı orada; döndü, kırptı gözlerini. Sonra derin bir nefes çekti ağzından ve üşüdü elleri. Alev gibi yanan burun deliklerindeki rengin ıslaklığıyla, kuru dudaklarının kanamakta olduğunu anladı ve hafifçe gülümsedi. Buz kesmiş parmak uçlarına ve dizlerine batan çakıl taşlarına aldırış etmeden, ellerini yanan kumların arasına daldırdı. Başını eğdi ve göz merceklerini, suyun üzerinde belli belirsiz seyrettiği ikinci bir benliğinin yansımalarına odaklamaya çalıştı.
Gölgesi, ona sakin kalması gerektiğini izah etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Bir anlam veremedi. Gökyüzü en karanlık tonuna bürünürken, dipsiz sular griye çalmayı ertelemedi.
Dünyası yeterince karardığında, iç sesini serbest bırakması gerektiğini anlamıştı. Aklına takılan soru işaretlerini karalamaya başladığında, sular duruldu ve renksizleşti.
Ruhu mu kirlenmişti, yoksa beyazlar mıydı izlenen; gerçeklerden kaçarken, siyahlar mı gizlenmişti?
Kaybolan günlerine dahil ettiği ve dünlerinde hapsolmuş anlamsız heveslerini kendine affettirebilmesi adına ona gizemli cevaplarını yine kendi tecrübeleri fısıldıyordu.
Önce çakıl taşlarının pürüzsüz hissiyatı kayboldu avuçlarından, sonra okyanusun huzur veren sesi. Ardından sessizce yok olmaya başladı, yorgun bileklerinin dalgalarla dans eden buğulu yansımaları.
Sonsuz gece miydi aşk, yıldızlar mıydı beklenen; doğrular susarken, yanlışlar mı süslenmişti?
Ayağa kalktı, arkasına döndü ve yavaşça oradan gitmek istedi; titriyordu ve susamıştı. Tükenmekte olan gücünün son vedasına tanıklık ederken, karşısında sessizce belirmekte olan tanıdık bir siluetin heyecanıyla irkildi ve karardı gözleri.
Gölgesi sustu ve yıldızlar, ışığın koşamadığı yerlerde izlerini kaybettirdiler.
Herkes gibi, o da gerçekliğini kanıtlayamadığı bir oluşumda, anlamsız duruşuyla anlamlı kılabileceğine inandığı varsayımlarını, kendi gerçekleri olarak kabullenmiş ve yanılmıştı. Belki de fazlasıyla heyecanlanmış, gereksizce sahiplenmiş ve ürkek ruhunu bir yanılsamaya kolayca teslim etmişti.
Bedeni, sahilde terk edilmiş bir gemi gibi dururken, düşünceleri okyanusun derin sularında seyrelip dağıldılar.
Karanlık bile yoktu artık; belki ışık bile aslında hiç var olmamıştı. Ne bir renk, ne de bir gizlenen vardı o hayali kıyada; belki bir gözlem, geçmişe özlem vardı zihninin arka odalarında amaçsız kalmış, başıboş beyin hücrelerindeki hüzün dolu hikayelerde.
Yaşanmışlıklar da tıpkı ince kum tanecikleri gibiydiler bir kum saatindeki; her an, bir diğerini ardından götürürken unutulmuş anıların.
Hiçbir şey göründüğü kadar masum değilken, her şeyin aslında bir tür zehir olabileceği; hayatın içindeki güzelliklerin bile çoğu olasılıkta canımızı yakabileceği gerçeği ile örtüştüğünde, bir damlalık yılan zehriyle, birkaç galon su arasındaki en büyük fark, aslında onları tolere edebileceğimiz sürelerde gizleniyordu. Kabullenmek ise bir hayli zor olmuştu her daim; bu kadar koşulsuz kabullenmemek gerektiğini. Korkarak yaşamak daha mı kolaydı, veda edebilmek adına bir şeylere; ya da kolay vedalar bir tür elveda mıydı, tuzsuz gözyaşlarına?
Sahiplenmenin azı makbulse, az ölmek diye bir kavram neden yoktu o zaman?
Yoksa, herkes biraz öldürüyor muydu gerçekten de en değer verdiğini?