
Döngüsel Düzen ve Kaos
Tüm algısını bir tür nedensellik kuramında birleştiriyor gibiydi gördükleri…
Güneş, kuşların arkasında bıraktıkları izleri takip ederken bir yandan da zamanı büküyor, sessizliği bozan dalgalar kayaları ince ince aşındırıyordu…
Bu kusursuz otomasyon, onun bir yanı kaderci vizyonla yıkanmış korkak ruhunu bir hayli ürkütmüştü. Kendini tamamlayan cümleler, sanki uzunca süredir çözülemeyen bir bulmacanın kayıp parçalarını birleştiriyor gibiydi zihninin derinliklerinde. Okyanusu izlerken, kırılgan benliğinin kendisine yabancı hissettiği bir an belirdi.
Tüm bu olan biten ona farklı ve heyecan verici gibi görünse de onda uyandırdığı hisler bir “déjà-vu” etkisini tetiklemişti. Defalarca ölmüş ve yeniden doğmuş gibi hissettiği garip bir ruh hali içinde kıvranırken bir farkındalık onu istemsizce düşünmeye itiyor, hatırlayamadığı ama adını bildiği ezgiler dilinin ucundaki kelimeleri durmaksızın acıtıyordu. Kendisinin de dâhil olduğu bu kurguda; hiçbir şeyin mutlak olmadığının farkına varmaya başladıkça, neden doğduğunu ya da neden var olduğunu irdelemeye başladı… Elbette ki yaşam denilen bu zaman ve mekân bütünlüğü, sadece “bir günah ile sevap” dilemmasından ibaret olmamalıydı… Herkes gibi, onun da bilmediği ve öğrenmek istediği çok şey vardı.
“Alıkonulmuş bir iradenin sıkıştığı o renksiz çeperler arasında yaşamak ne kadar gerçek olabilir ki?” diye söylenirken, umarsızca seslenmişti yeniden üflenmiş ruhuna; utanmadan ve minnetten uzak bir tavır ile.
Peki, varoluşu sembolize ederken, kayboluşu betimleyen bir fikrin, böyle bir kaosu anlamlandırmaya çalışmasının ne gibi bir anlamı olabilirdi? Ya da olmalı mıydı?
“Amaç, mümkün olan en faydacı kavrama tutunmak ise, bu işleyiş evrensel bir sorudan ziyade kişisel bir algı teorisi haline gelmez mi?” diye sordu kendi kendine.
Sorularındaki çelişkiler, zihnini git gide daha da karmaşık bir yapılanmanın temellerine sabitlerken, o düşündükçe büyüyor; kavramları anlamlandırabilmek adına zamanda bükülerek korkakça ilerliyordu. Bu şekilde; kendi zamanında yol alırken, eylemlerine yansıttığı hayalleriyle de kendi sonsuz seçimlerini sadeleştirebiliyordu,; kısa bir ömre sığdırabilmek adına…
“Zihninin dalgaları, denizin derinliklerinden yükselen fırtınalı bir rüzgarın dokunuşları gibiydi ve yaşadığı kaosu yansıtıyordu.”
Onun zaman dilimleri fikirlerinden; şeritleri, rasyonel düşüncenin izlerinde seyreden sıfır ve birlerden ibaretti. Çünkü fikirleri; ışık tuttukları fikirlerden yansıyan ışık huzmeleriyle can buluyorlardı.
Bir süre sonra, onun için zaman artık bir senaryo; mekân ise sonsuz bir düşünce havuzundan süzülerek kendini gerçek kılan bir zihin karmaşası haline gelmişti. Sanki o, nedenselliğe karşı çıkan bir “tabula rasa” önermesinin, kaos ile kader arasında savaş verdiği ruhani bir algıda kendini bulmaya çalışıyordu.
“Zaman, onun iç dünyasında bir akarsu gibi akıp gidiyordu, bazen duruyor ve bazen hızla ilerliyordu. O, yaşamın geçici doğasını bu şekilde anımsıyordu.”
Sürüklenmekte olduğu kaosun eteklerinden tırmanırken, yanı başında her an ölüp, yeniden dirilen kelebeklerin renk paletleriyle karaladığı kendi yaşam tablosundaki fırça darbelerini keşfetti. Zihninin renksiz duvarlarındaki siyah günahlar adına kendini suçladı, avuçlarını açtı…
“Zihnin siyah günahları, bir ressamın tuvaline yansıyan karanlık renkler gibiydi. O, içsel çatışmalarını bu şekilde somutlaştırıyordu.”
Orada karıncalanmaya yüz tutmuş kanatsız böcekleri ve sonsuz anlardaki kırılmaları gördü. Duraksadı, izledi ve bu karmaşanın kıvrımlı basamaklarında günden güne somutlaşmakta olan “döngüsel düzeni” düşündü.
“Sonsuz anlardaki kırılmalar, bir piyanonun tuşlarındaki ince aralıklar gibi, yaşamın hassas tonlarını ve paralel hayatları sembolize ediyordu.”
Büyüsünü bozmak istemeyeceği gerçekçi benliğinin karanlık ve romantik kısmını, faydacı kavramlara tutunmadan nasıl ayakta tutabileceğini epeyce uzun bir süre anlamaya çalıştı. Fakat bu süreçte, zihin duvarlarında yosunlaşmakta olan “bazı” berrak düşüncelerinin, bencil bir zihinden süzülen pragmatik reaksiyonlardan ziyade mutualist bir yaşamın refere ettiği itici güçlerin himayesinde bir gereksinimden de doğabilecek olduğunu henüz tam anlamıyla kestirememişti.
“Yosunlaşmakta olan düşünceleri, romantizm ve rasyonalizm arasında sıkışmış olan süperegoyu işaret ediyordu.
Diğer bir bilinmezlik ise; aklının, kendisini kandıramayacak kadar özgür ve tohum veremeyecek kadar susuz bir fikre dönüşmekte olduğunu fark edebilmesi için çok da fazla zamanının kalmamış olmasıydı. Çünkü farkına bile varamadan, odağını eylemlerden ziyade eylemler uğruna sarf etmesi gerektiğini düşündüğü amaçlar bütününe kilitlemiş ve mantık labirentleri arasından süzülen korkuları eşliğinde sahte inanç duvarları örmüştü kendine. Bu yolda çıkış yolları ararken zihnini durduramamış, yok olmak kavramını anlamlı kılabilmek adına, doğruluğundan emin olmadığı sahte kavramlara tutunmaya çalışmıştı.
“Korkuları, inanç duvarları ve kayboluş, yaşamın evrelerini betimliyordu.”
Piyon ile vezir olmak arasındaki ince çizgide dengede kalmaya çalışmak kadar zor bir amacı vardı onun; yalnızca acı eşiği ile mutluluk seviyesi arasındaki ters orantıda algılanabilecek kadar karmaşık bir algıda yaşarken. O, bu denklemde acı çektikçe, zaman çelişkilerini daha da anlamsız kılacak; göz perdelerinden zihin boşluklarına doğru, zaman minvalinde akmakta olan tecrübelerinin ona verdiği sufleler daha okunaklı ve şeffaf bir hale bürünecekti.
“Tecrübelerinin ona verdiği sufleler, ölüm ve yeniden doğuş arasındaki dengeyi realize ediyordu.”
Kolay olmasa da her şeye rağmen güzel bir eğilimdi farkındalık temelleri üzerinde yaşamak. Belki de mutlu bir sürüngen türevinde şuursuzca etrafta dolanmak yerine, mutsuz da olsa bir insan benliğinde ölebilecek olmanın çok daha anlamlı olduğunu düşündüğü bir serüvende saçmalıyordu sadece; yapayalnız ve yaratılışından uzak.
“Şuursuzca dolaşan mutlu sürüngenler, toplumun yarısından fazlasını temsil ediyordu.”